©CYPHER

HYYH THE NOTES 1 - MOST BEAUTIFUL MOMENT IN LIFE

Ben babam için kaldırması çok ağır gelen dünyaydım - vazgeçtiği dünyaydım ben. Asla her şeye dayanma sebebi olamayacak bir çocuk. O bendim işte.

"Dünya sana da ağır geliyor mu?" diye sordum.

Tabii ki de yeri yerinden oynatan sondaj gürültüsü sesimi yutmuştu.

Yoongi hyung'un şaşkın bakışları, dediğimi anlamadığını söylüyordu

bana. Tekrar bağırdım. "SEN DE BU DÜNYADAN VAZGEÇMEK İSTİYOR MUSUN?"

Yoongi'nin kafasından ne geçtiğini hayal etmeye çalıştım. Bir keresinde onu gizlice saatler boyu takip etmiştim. Adımları güvensizdi ve tahmin edilecek gibi değildi. Gece sokaklarında yalpalayıp durdu ve kendini ateşe atmaya çalıştı. Bazen yere çömelip, yerin altındaki pasajın bir yerinden taşan müziği dinlerdi. Bütün bir gece onu takip ettikten sonra kendi hayatımın ne kadar kuru, ne kadar sıkıcı ve dümdüz olduğunu fark ettim. Yoongi'ye imrendiğimden değildi. Bir aşırılıktan diğerine gidip durarak katlandığı acı benim aklımın alacağı gibi değildi. Tek yapabildiğim tökezlemesini seyretmekti.

O an Jungkook'un Yoongi'ye bağırarak bir soru sorduğunu görmüştüm. Ne dediğini duyamadım ama Jungkook için önemli olduğunu hissedebiliyordum. Yoongi'ye ne sormuştu ki? Niye ona sormuştu? O an üzerine kafa yormamıştım bile. Yoongi, ne Hoseok kadar neşeli, ne Jimin kadar cana yakın, ne de Namjoon kadar güvenilir biriydi. Neden Yoongi o zaman? Birden farkına vardım. Jungkook'u kurtaran Yoongi'ydi çünkü. İkisinin gözlerinde aynı bakış vardı.

Jungkook bir kere Yoongi'den vazgeçmişti. O sefer Yoongi kendini ateşlere atmıştı. Fakat Yoongi maalesef ölmedi. Jungkook da Yoongi'yi durduramadığı için kendini asla affetmedi.

Bir gecede uslu bir çocuk olmadım ben. Dramatik yada akılda yer eden bir olay da olmadı. Tıpkı bir tırnağın uzaması gibi kendimden yavaş yavaş vazgeçmeye devam ettim sadece. Bir noktada ağlamayı ve dışarı çıkmaya can atmayı bıraktım. Koridorda kapıya doğru fırlamaya bıraktım.

Herkes yüksek bir yere çıktığında ya da büyük bir harita açtığında kendi evini arar.

İnsanlar hep çok kolay bir şeymiş gibi yaralarımızı kapatmamız ve hayatımızın bir parçası olduğunu kabullenmemiz gerektiğini söylerlerdi. Hayatımıza devam edebilmek için insanlarla arayı bulmamız ve onları affetmemiz gerekirmiş. Bunun farkında olmadığımdan değildi. Denemek istemediğimden değildi. Ama denemek başarıyı garanti etmiyordu işte. Kimse bana nasıl yapacağımı öğretmemişti ki? Daha eski yaralarımız iyileşmeden dünya bize yenilerini veriyordu. Tabii ki dünyadaki hiç kimse incinmekten kaçamaz. Bunun farkındaydım. Ama bu kadar derinden incinmemiz gerekli miydi gerçekten?

Şu durumda bile, belki de tam da bu durum yüzünden, Namjoon hyung'u o kadar çok yanımda istiyordum ki. Ona itiraf etmek istiyordum. Beni bu dünyaya getiren, beni her gün dayaktan geçiren babamı az daha öldürecektim. Az daha öldürüyordum onu. Aslında öldürdüm de. Defalarca. İçimde defalarca kez öldürdüm onu ben. Babamı öldürmek istiyorum. Ölmek istiyorum. Ne yapacağımı bilmiyorum. Kafam allak bullak.

Hyung, şu an sadece seni görmek istiyorum.

Yara derin görünse de beklediğimden daha hızlı iyileşmişti. Kırmızı bir iz bıraktı geriye. Bazen derin derin sızlardı. Sanki cezalandırılıyormuşum gibi. Tüm suçlarım için cezalandırılıyormuşum gibi. Şimdi de sızlıyordu.

Namjoon hyung birden kolumu bıraktı, bense tepki olarak sendeledim. Beni sendeleten şey bir tepki değildi aslında. Kolumu bıraktığ an bizi bağlayan zincir orta yerinden kopmuş gibi geldi. Beni destekleyen, beni ayakta tutan her şey çatlayarak parçalandı sanki.

Belki de sonuna kadar kolumu bırakmaz diye umuyordum. Belki de kapa çeneni diye bağırsın, sinirden köpürerek beni dışarı sürüklesin diye umuyordum. Belki de beni, aynı gerçek kardeşini ya da vazgeçemeyeceği birini azarlayacağ gibi sert bir şekilde azarlasın diye umuyordum.

Ama bıraktı işte kolumu.

Boş ellerine bakmayı kendine yedirememişti. Belli ki boş ellerinden korkuyordu. Tam olarak ne hissettiğini bildiğimi itiraf etmek istemedim. Kendi boş ellerinize doğru düzgün bakmak zorundasınız. Kimse sizin için yapamaz bunu.

"Ne zaman bunu yapmayı keseceksin?" dedim. Boş gözlerle baktı bana. "Zor zamanlardan geçenin bir tek sen olduğunu mu sanıyorsun? Hayatım güllük gülistanlık diye mi insanlara gülümsüyorum sanıyorsun? Söyle bana. Neye bu kadar sıkıldı canın? Herkes müzikte iyi olduğunu biliyor; herkes hır çıkardığında bile seve seve sana katlanıyor. Evet, annen öldüğünden beri acı içindesindir. Biliyorum bunu. Ama sonsuza kadar böyle devam edemezsin. Müzik yapmayacak mısın? Müziksiz yaşayabilir misin ki? Müzik sayesinde bir kerecik bile olsa mutlu değil miydin? Niye Jungkook'u görmeye gitmedin? Onun için ne ifade ettiğini bilmiyor musun? Bizim de acı çektiğimizi görmüyor musun sen? Görmüyor musun?"

Karanlık ormanın içine doğru yürümeye başladım. Yollar çatallandığında hep risk alırdım. Varacak bir yerim yoktu. Zaman mefhumumu kaybetmiştim. Belki de yuvarlaklar çizip duruyordum. Isıran soğuk ve yorgunluktan dizlerimin bağı her an çözülüverecekmiş gibi hissediyordum. Nefes nefeseydim ve kalbim çarpıyordu. Buraya yığılıp ölüverseydim peki?

Saatlerce yağmurda dolandıktan sonra en nihayetinde durdum. Melodi daha da berrak bir şekilde canlandı. Birkaç gün önceye dek bestelediğim parçayla birleşip kafamın içinde patladı. İki kolumla başımı tutarak yere çöktüm. Müzikten ziyade ham duyguya daha yakındı bu. Duyma duyumdansa acı hissiyatımı tetikliyordu. Acı, umut, neşe ve korku karışımı bir şeydi. Kaçmak için bunca çaba sarfettiğim her şeydi.

Kimse bu kapıyı açıp içeri girmemişti. Belki de kimse bir daha hiç gelmeyecekti. Bir araya gelen herkes istisnasız bir şekilde yoluna gitmek zorundadır. Bizim sıramız gelmiş olabilirdi. Ama içimizden biri hala daha "bizim" bir arada olmamıza ihtiyaç duyuyorduysa, ona burada olduğuma dair bir işaret göndermek istedim. Ona "bizim" sığınağımızın hala burada olduğunu ve ışıklarının hala yandığını göstermek istedim.

Körü körüne annemi bulmak için yola düştüğüm günü hatırladım. Sinirden köpürür halde deli gibi yürümeye devam etmiş ama günün sonunda bir yere varamamıştım. Eve elim boş dönerken başımı yaşadığı şehre çevirmiştim. Şehir, doğudan doğan günün altında kayboluyordu. Ağlayasım gelmişti. Sıkı sıkı tutunduğum bir şey parmaklarımın arasından kayıp gidiyor gibiydi. Yumru yumru gücenmişlikler sessiz sedasız parçalandı. Vazgeçilmemesi gereken bir şeyden vazgeçmişim gibi mahzun ve hüzün dolu hissediyordum.

"Yükseklik önemlidir. Ama derinlik de öyle. Kendi dibine vurman lazım. Daha da batamayana kadar, çaresizlikten boğulacakmışsın gibi hissedene kadar batman lazım. Sonra da bundan kaçman gerek. En önemli şey kendi itici gücünü keşfetmen. Yani seni tekrar dik tutacak şeyi bulmak zorundasın. Bir buldun mu da asla bırakma. Bu bir kişi de olabilir bir arzu da. Korkunç ve iğrenç bir şey bile olabilir.

Ama o şeye bağlı kal."

"Neredesin hyung?". Yoongi hyung'a mesajı özelden göndermiştim.

Cevabı sabaha karşı geldi. Telefonumun titreşiminden irkilerek uyandım. Yoongi hyung'un ismi ekranda belirdi. Bana bir müzik dosyası göndermiş. Kulaklıklarımı takıp şarkıyı açtım. Müziğini gözlerim kapalı, yatağımda uzanarak dinledim. Çok güzeldi ve daha önce yaptığı hiçbir şarkıya benzemiyordu. Neşe ve çaresizlik hüznün içinde kesişiyor, bir çölün ilerisinde mavi bir deniz çalkalanıyordu. Çiçekler açıp soluyor, notalar sıçrayarak bir sonraki an başaşağı düşüyordu. Tıpkı Yoongi hyung'a benziyordu.

HYYH The Notes 2 - Bölüm 1

Bu sözlerin yerine bir soju şişesi çıkarıp Jungkook’a uzattım. Şişeyi alıp bunun ne yapayım şimdi diye sorarcasına bana baktı. “Senin içmemen gerekmiyor mu?” Pansumanlı sol kolumu işaret etti. “Beni öldüremez. Öldürse güzel olurdu tabii.” Jungkook, bana ve soju şişesine bakmak arasında gitti geldi; sonra da beklenmedik bir şey söyledi. “Doğru söylüyorsun. İnsanları öldürebilse güzel olurdu.” Sonra da şişeyi kafasına dikti.

“Seni seviyorum diye mi peşinde dolanıyorum sanıyorsun? Senin için hiç endişelenmiyorum ki ben. Endişelenecek neyin var ki? Endişelenilmesi gereken benim. Ama niye seni görmeye geliyorum biliyor musun?” Hiçbiri anlaşılmayan bir sürü şey zırvalıyordu. “Çünkü müziğini seviyorum. Seni piyano çalarken dinlediğim zaman ağlayasım geliyor. Ben. Benim gözüm doluyor. Günde defalarca kez ölüyormuşum gibi hissediyorum. Ama senin müziğini dinlediğimde yaşamak istiyorum. Bu yüzden işte. Bu yüzden diyorum. Demek istediğim müziğin aynı kalbimden geçenler gibi.” Jungkook konuştu durdu ama sonra sesi kesilip uykuya daldı. Sırtım duvarda oturup soju şişesinden bir yudum aldım ve piyanoya baktım.

화양연화 The Notes - Map of the Soul Persona

Sahil kıyısında yürürken fotoğraf çektim. Deniz kenarındaki mahalle sürekli değişse de deniz ne olursa olsun aynı görünüyordu. Arabadan inip kıyıya yürüdüm. Kumlara oturup çektiğim fotoğraf l ara baktım. Çekildikleri mekan ve zamanlar farklı olsa da fotoğraf l arın hepsi aynıydı. Gökyüzü ve deniz fotoğrafın ortasında birbirine dokunuyordu.

Kameramı kaldırıp denizin bir fotoğrafını çektim. Hava bulutlu olduğundan deniz ve gökyüzü aynı renkteydi. Ufuk çizgisi belli olmuyordu. Çektiğim tüm deniz fotoğraf l arı içinde aynı olan hiçbir fotoğraf yoktu. Hava farklıydı, ışık farklıydı, rüzgar farklıydı. Manzaram ve içimden geçenler farklıydı. Bugün çektiğim fotoğraf için de, lisede çektiğim tüm o fotoğraf l ar için de geçerliydi bu. Fotoğrafı çeken kişinin bakışı ve içinden geçenler fotoğrafa hapsolur. Belki de bu sebepten yanımda o zamana ait bir fotoğraf getirmemiştim. O zamanki halimle yüzleşmeye korkuyordum. Eskiden olduğum kişiyi özlerim diye korkuyordum. Neler yapıyorlardı acaba? Benim hakkımda ne düşünüyorlardı? Bunları sorgulamaya başlarım diye korkuyordum. O yüzden de fotoğraf l arını bir kutuya kaldırıp kapağını kapattım.

“Hyung, biz ölmeyelim.”

nov 1 2022 ∞
oct 29 2023 +